Friday, February 19
Friday, September 18
Oldukça geç gelen taşınma yazısı
Bu sayfa http://kendiizinisurendeli.wordpress.com adresine taşınmıştır.
Sunday, August 24
Tatilden dönmek
Yıllık iznimizi geçirmek için bu sene Karadeniz bölgesini tercih ettik. Eşimin annesinin memleketi olan Giresun-Şebinkarahisar'dan başlayıp babasının memleketi olan Artvin'e uzanan yolculuğumuzda beni derinden etkileyen birbirinden güzel yerler gördük, keşfetik.
Benim memleketimi sorsanız söyleyemem, İstanbul derim belki ama aidiyetim yoktur hiçbryere. Eşimin anne ve babası çok uzun yıllardır İstanbul'da yaşamalarına rağmen hala memleketlerine bağlılar. Bu bana çok enteresan geliyr. Eşim 8 yaşından beridir ilk defa Artvin' gitti mesela. Büyükler olmasa insanı memleket denen yere bağlayan bir şey kalmıyor.
Bu geziyi anlatan çok uzun bir yazı hazırlıyorum, tamamlayamadım. Çok güzel fotoğraflar var, yeni bir makina aldım, onunla çekilen... Karadeniz'i içime çektim çektim doyamadım. Orada hüzünlü aşkların, kavuşamayan sevdalıların, ve buna benzer acıların kokusunu aldım. Yükseklerde yalnız olmak istedim, bu pek mümkün olmadı. Tekrar gitmek için can attığım yerlerin başına geçti Karadeniz...
Canon EOS 40D isimli canavarı aldım geziden hemen önce elime geçti. Bu şahane makina ile gezmek ayrıca bir zevkti.
Ayrıca bu öğleden sonra hayatıma bambaşka bir kıpırtı girdi.
Tuesday, July 29
Kısa kısa
Bugün, önceki gün yaşanan derin üzüntü yüzünden İstanbul ağladı. Ağladı, o kadar çok ağladı ki hiç susmayacak sandım. Ben de onunla ağladım. Sonra düşündüm, düşündükçe üzüldüm ve özledim. Özlemekten yoruldum, bekledim, beklemekten üzüldüm. İçiçe duygular deniz oldu, neyse ki yüzdüm, karşı kıyıya geçtim. Karşı kıyıda da boş durmadık, kıyı-liman-dertler hep beraber bir ağladık bir ağladık, ah ahhh! Şunu demek isterim, ki bu blog böyle şeyleri yazıp çizdiğim bir yer değildir, ama istek çok kuvvetli geldi o yüzden karşı koymaksızın yazıyorum: Bu iddianame meselesinin üstüne, kapatma davasının öncesinde bu bombaların patlaması tesadüf değildir. Nedir ne değildir sonradan çıkacak kokusu! Vicdanı ve hatta ruhu olmayan, kendi maddi menfaati uğruna değil masum insanlara kendi öz evladına bile kıymaktan geri durmayan, kısacık dünya hayatını hırs ve zevk ile doldurup tüketen insan... Bu satırları okuduğundan emin değilim ama umarım Allah en kısa zamanda sağlam yollu verir belanı, beter olursun. Oh be! Çok rahatladım. Köşe yazarı olsam da bunları yazadım herhalde.
Monday, July 28
Ve Garip-çe
Bu sabah dostlardan mail umarak “Posta Kutumu” açıp “Pompalar ve Pompa Tamiri” konulu bir mail ile karşılaştım. Daha önce vidalarla, teneke ve malzeme ile ve hatta ne alakaysa kalorifer kazanlarıyla ilgili mailler almış olduğumdan pompaya sadece güldüm. Çünkü endüstri mühendislerinin bir odası yok –bir odamız bile yokkk, anlıyorr musun?- ve bağlı bulunduğumuz makine mühendisleri odası pompa ile civatanın derdine düşmüş durumda.
Ahh yağğğ-mur dönerken kara... şarkılar var falımmmda, hepssi sanaa, bu gece Annkara....
Vega ne güzel gruptur, öyle değil mi? Deniz Özbey’in sesini ve farklı üslubunu beğenirim. Sonracıııma albümlerinin kıyısında kalmış şarkılar vardır Ankara gibi, kimse bilmez, bilenler de birbirlerini Tanzanya’da Türk bulmuşçasına kucaklayarak karşılarlar. Abarttım. Mübalağa sanatını pek severim canııım. Ankara demişken, bu caaanım şarkıyı merak ettiyseniz sağ taraftan gülümsediğini de fark etmişsinizdir. Bu konu nereden çıktı birden diye soranlara kulaklıklarımı gösterebilirim. Media Player’de dönüyor şarkılar, döner ha döner dönme dolap!
Garipçe demiştim, Garip-çe. Garip miydi diye sormayın taam mı, bayatladı o espri. Bence köy büyüleyiciydi. Lakin, kelimelerimi değerlendirirken bir lokma zeytinyağı ile dahî mutlu olabilen bir insan olduğumu göz önüne almalısınız.
Garipçe köyüne Sarıyer’den devam eden dar ve yemyeşil bir yoldan ulaşılıyor. Koç Üniversitesini geçin, Rumeli Feneri’ne varmadan sağa sapıp dümdüz gidin, işte orası. Eskiden karayolu yokmuş, denizden gidiliyormuş. Çok değil 10 sene evvelinden bahsediyorum. Yani ben İzmir’de iken. (Bu vesileyle İzmir’i de anmış oldum, keh keh)
Soldaki resimde kaleden baktığım küçücük bir köy burası. Meydanı, kahvesi, camisi, çeşmesi ile, meydanında köy reçeli, köy peyniri satan hasır şapkalı amcaları ile, otopark kavramının olmaması ile, yeşili ve mavisi ile çok sevimli bir köy. Kendine özgü yasakları var, mesela “Köyün içerisinde plaj kıyafetiyle dolaşmak yasaktır.”
*Aydın Balıkçısı
*Garipçe Balık Restoran
*Asmaaltı Restoran
Asmaaltı, adı üstünde Asmanın altında samimi bir ortam sunuyor. Açıkbüfe ev kahvaltısı varmış. Garipçe Balık Restoran’da güzel bir yere benziyor idi. Lakin biz sağ taraftan başlayalım dedik, içgüdüsel bir karar idi. (Aydın lokantası aşağıdaki fotoda koyun solundaki tentelerin altında, Garipçe Balık Lokantası ise sağ taraftaki lokanta oluyor)
Böylelikle Aydın Balık Lokantası’nda öğle yemeği yedik. Öğleyin 13e kadar açıkbüfe kahvaltı ve muhteşem deniz manzarası var. İkisi benim mutlu olmam için fazla bile. 13ten sonra isteyenlere kahvaltı tabağı yapıp getiriyorlar. Çeşit çeşit balıklar var, ızgara levrek çokkk güzeldi. Ahh ah denizlerin yosun kokulu kızı! Neyse, ıhım, 15 YTL açıkbüfe kahvaltının ücreti. Biz iki kişi tıka basa yemek yedik ve 25 YTL ödedik. Fiyatlar makûl. Ama içki yok, rakı balık hayalinizi Boğaziçi’ne saklayın.
Yemek yemeden önce Cenevizliler den kalan 550 yıllık kaleye çıktık. Manzara muhteşem idi, büyüleyici ve harika idi. Lakin insanlar sorumsuz, pis ve gıcık idiler. Denize çöp atanları denize atmak istiyorum. Buraya sabah erken veya günbatımında gelindiğinde ne de güzel fotoğraf çekileceği üzerine uzun konuşmalarımız oldu. Biz öğle vakti gidip gıcık sert ışığı elimizden geldiğince değerlendirdik işte. Sol tarafta kaleden görünen manzara...
Yemekten sonra da Büyük Liman’a gidelim dedik, dedik ama dağda yürü yürü nereye kadar efendim... Meğerse yanlış yola girmişiz, kurda kuşa yem olmadan geri döndük. Yol boyu sağlı sollu sayılamayacak kadar çok böğürtlen vardı, ekşi demedim yedim :) Severim dağda bayırda yaban hayatı sürmeyi ben böyle. Büyükliman’da plaj varmış, göremedik. Neyse ki çok kalabalık oluyormuş, heder olmamış olduk. Manzara muazzam idi.
Şimdi bir anıma yer vermek istiyorum:) Köyde elimde fotoğraf makinası, nereyi çeksem acaba, şurasını da nasıl alsam ışık da çok sert peh peh diye yürürken çok ama çok tatlı bir amca bana seslendi: Güzel fotoğraf mı arıyorsun, hadi gir içeriye, çek! Asmaaltı'nı işleten ailenin bir ferdiydi kendisi ve ben o eski ahşap eve girdim. Fırını, tavanı vs çekerken -ki çok kısıtlı bir makinam var malesef- birden onu gördüm. Vosvoslardan sonra geçmişe ait en çok sevdiğim şey olan bir gramofon. Heyecanla oradaki kızcağıza sordum "aile yadigârı mı?" Eskiciden almışlar... Benim öyle gramofonum olsa asla eskiciye satmazdım, belki de sahipleri mecbur kaldı. İzin alıp yukarıya çıktım ve gramofonu hem inceledim hem de ölümsüzleştirdim kendimce. Bir gün mutlaka gramofonum olacak!
Garipçe’den çıkınca Rumeli Feneri’ni de görmeden olmazdı. Rumeli Feneri'nde fener ve kale var. Fener’deki kaleye de çıktık. Kalenin mimarisi o kadar güzel ki... Hem mevki itibariyle denize hakim, hem yapısı, kemerleri, harap odaları çok farklı bir atmosfer taşıyor. İnsanımız bu kadar hoyrat olmasa daha iyi olabilirdi herşey. Kaleden Karadeniz girişinde bekleyen büyük gemileri gördüm, meğer boğaza gemiler teker teker alınırmış. Böyle şeyleri bilmez idim, büyüdükçe neler öğreniyor insan. Benim için belgesel niteliğinde bir tur oldu.
O kadar güzel bir kaleydi ki orası... Yani bakın yeminle söylüyorum Amerika’da öyle bir kale olsa allayıp pullayıp girişini 10 dolar yaparlardı. Niye bu kadar kıymet bilmez ve hoyratız Allahım ağlamak istiyorum mütemadiyen.
Gidin görün, Garipçe İstanbul’a nazaran çok sakin. Tek ihtiyacınız olan bir otomobil ve benzin veya Sariyer’den 150 numerolu otobüs.
Labels: Garipçe
Sunday, July 27
Mûsikî
Efendim, yoğun istek olması sebebiyle aşağıdaki yazıda bahsi geçen şarkıların bir kısmını bloga ekledim. Sağ çerçevede butonlara tıklayıp tıklayıp dinleyebilirsiniz.
Bir Garipçe yazısı gelecek yakında, bekleyiniz.
O zamana kadar şarkılarımla idare ediniz.
Thursday, July 24
Kocaman bir merhaba ile:)
Bir kaç ay önce yalvararak çağırdığım ilham sonunda geldi. Gelip de baş köşeye kuruldu. Kendisiyle çok tatlı muhabbetimiz var. Akşam eşim işleriyle ilgilenmek için çalışma odasına çekildiğinde biz de ilhamla çekiliyoruz kendi köşemize. Kendi köşemiz diye adlandırdığım mekan aslında bir yemek masası. 70 m2 lik bir evde kendine yer açma derdine düşmüş deli kişinin üzerine naylon örtü örtmesi sonucu atölyeye dönüştü. Masanın bu durumdan şikayetçi olup olmadığını bilmiyoruz. Çünkü ilhamla beraber tek derdimiz renkler ve şekiller. Işık, renk, şekil... Kendimizi bulmaya çalışıyoruz, tarzımızı arıyoruz. Realizmle ekspresyonizm arasında bir yerde duracağız sanırım, henüz yolun çok başında olduğumuzu bilerek. İlham en yakın dostum, onu çok seviyorum, iyi ki var, iyi ki beni bırakmıyor.
İlham gerçekten de en yakın dostum. İlhamla konuşuyoruz bütün gün. Çünkü eşim çok yoğun ve pek bir şey paylaşamıyoruz. Aynı evde farklı odalarda kendimizce bir yaşam sürüyoruz. Yalnızım diyemem lakin, içimde gerçek bir dünya var. Renkleri parlak, kokusu güçlü... Aşk dolu!
Ve kendi kendime kalmak benim için iyi oluyor. Eskileri eşeleyip duruyorum kimi zaman. Sandıktan çıkanları özenle koyuyorum kenara, sevip sevip... Bazen lise günlerimi özlüyorum. Fransızca bir şarkı fonda... Quelqu un m’a di que...Metropollerin hayatımızdan neler aşırdığını izliyorum. Hüzünle karışık mutluluk dediğim tuhaf bir his var, ilhamla paylaşıyorum onu. Bu tuhaf, kırık dökük ruh hali üretkenliği artırıyor genellikle. İki ucundaki değmek istemediğimiz bulaşıktan muzdarip bir değnek gibi. Son günlerde rüyalarımda hep 8-9 sene evvelini görüyorum. Uyanana kadar gerçekliği yanıbaşımda, uyandıktan sonrası acımtrak... Bu döngüden yakın zamanda çıkmayı istiyorum. Biraz daha kalırsam benim için iyi olmayacak. Çünkü alıp başımı gidesim geliyor ve kendimi zor zaptediyorum. İmbatın rezil körfez kokusuyla birleştiği şehre yerleşesim geliyor. Ve yalnız başıma kilit taşı döşeli pembe sokaklardan geçmek... geçmek... Balkonunda rengarenk çiçekler büyüttüğüm bir evde, küçük, sakin, yalnız... Yağmur da yağsa hiç fena olmaz. Çikolata rengi gölge attırdığım siyah saçlarım ıslanır. Hiç itirazım yok ıslanmaya... Yağmuru seviyorum ben.
Küçük bir kız iken –ki okul hayatım henüz başlamamıştı bile- ben rüya kahramanlarına aşık olurdum. Uyandıktan sonra günlerce yeniden rüyama girmesini beklediğim küçük prensler vardı. Çoğul takısından da anlaşıldığı üzere bir değil, iki değil, çok sayıda prens idi söz konusu olan. Bu prenslerin her birinin farklı farklı özellikleri vardı. Adeta bir bilgisayar oyunu kahramanı idiler. Aralarında en uzun süre hafızamı meşgul etmiş olanının adı “Mavi prens” idi. Bu mavi prensin gerçek ismini benden başka kimse bilmezdi. Ben de bilip bilmediğimden emin değildim lakin hissettiğimi sanıyordum kendimce. Kendisi baştan aşağı mavinin tonlarını giyer ve lacivert üçgen bir şapka takardı. Şapkası 1700lü yılların Fransız şapkalarına benzerdi. Prensin atı var mıydı, varsa ne renk idi..? Bu tip detayları ve ne yazık ki prensin yüzünü hiç hatırlamıyorum. Beyaz bir kapının prensin yüzüne kapatıldığı an, onunla ilgili gördüğüm son sahnedir. Bir daha da rüyama girmedi. Uzun lafın özü işte bu mavi prens, geçen gece rüyama girdi. Mavilerini çıkarmış, siyahlara bürünmüş. “Ne haber, görünmüyorsun bayadır” diye sitem ettim. Dalga geçtiğimi sandı sanırım, sustu. Mavi prens zaten hep susardı. Onu ben kendi zihnimde konuştururdum. İlham da en son bundan bahsediyordu. Sevinme ilhamcan henüz o kadar da delirmedim.
Neyse, ilhamla muhabbetimizin devam etmesi benim için çok önemli. Bunun yanı sıra devam eden bir iş hayatım var. Dile kolay tam 3 senelik bir dönem... Bu 3 senede o kadar farklı süreçler yaşadık ki sanırım 2-3 işyerinde elde edilebilecek yöntem tecrübesine sahip oldum. Bu nedenle çok seviniyorum. Yakın gelecekte işten ayrılmayı da düşünmüyorum, çok değiştim be blog. Gün içinde epey yoğunum ama akşam eve gidince zaman bana ait oluyor. Yatana kadar geçen süre hiç bitmesin istiyorum. Uykusu gelince kafası çalışmayan bir insan olduğum için de kendimden utanıyorum. Keşke uykuya hükmedebileceğim, onu yenip zafer mutluluğuyla hayata devam edebileceğim bir mekanizma bulsam.
Geçtiğimiz aylarda sevgili İstanbul lale ve erguvan büyüsüne bürünmüşken kırmızı başlıklı kız olup koşasım geliyordu. –kurt hikayesinden hariç düşünülmeli- Yolda gördüğüm lalelere, özellikle de ebruli lalelere sarılmak istiyordum. İlhamla o sıralarda epey didiştik. Kendisi ısrarla lale çizmemiz konusunda baskı yapıyordu, benim deli gönlüm ise eski bir telefonu boyamaya karar vermişti bile. Sonuçta laleleri lale özlemiyle ayılıp bayılacağım bir mevsimde ele almaya karar verdim. Lalelerin arasında gölgeli siyah saçlarını şapkayla toparlamış mavi elbiseli bir maceraperest...
Laleler geçti şimdi, hatta yaz ilerledi, doğum günüm oldu-bitti... Yüzmeye devam ettim, sonra bıraktım. Çok güzel müzikler keşfettim. Notre Dame de Paris müzikalinin harika parçalarını dinliyorum, bir yandan Muammer Ketencioğlu beni İzmir Hatırası ile İzmir’ime götürüyor. Yalo Yalo diyoruz beraber Kordon’da... Elveda Rumeli isimli sezon finali ile keşfetmiş olduğum dizinin muhteşem soundtrackini edindim, bazı akşamlar o büyülüyor beni. Siyah saçlarım kısaldı ve çikolata rengi gölgelerim oldu, çok şımarık gözüküyorum. Kendime bir sürü elbise aldım, pazardan çok güzel bir pantolon aldım aynı eteğe benziyor ve otantik. Rengarenk oldum yine! En çok mavi, sonra kızıl-sarı, siyah ve mutlaka beyaz. Bi de pembe... şekerinden :)
Son günlerde en çok dinlediğim şarkı: Ayşegül Aldinç “Beni Hatırla”. Girişindeki ud muhteşem. Hmm, ayrıca santur diye bir enstrümanla tanıştırdı beni çok sevdiğim birisi. Henüz canlı dinleyemedim ama neye benzediğini gördüm ve kayıttan dinledim. Hatta Listenbul diye biraz dağıtmış arkadaşlardan oluşan bir grup var, gruptaki santurî döktürüyor. Bu grubun bir solisti var Allah sizi inandırsın uçukladım. Adam gayet otantik bir tınıya gacır gucur bi daldı. Hiç beklemediğim bir anda zıpladım falan. Vay vay vay... Onu da googleda bulmuştum. Of o kadar çok şey var ki yazacak ve ben hayata bu aralar o kadar tutunmuş ve mutluyum ki.... Anlatamam!
Ceviz ağacının kıyısında, dut ağacının karşısında çiçeklerin içinde mutlu olan sevgili balkonumda akşam yemeğini yerken müzik dinlemekten, artık şekersiz içtiğim çayımı hava karardıktan sonra tek başıma hüpletmekten ve keşfettiğim Cdler eşliğinde resim yapmaktan... işte bu halden başka hale geçmek istemiyorum. Gerçekten uçuyorum ve bulutların üstündeki bu yerimden çok memnunum.
Wednesday, July 23
Yine yeni yeniden
Böyle bir şarkı vardı değil mi? Nilüfer söylerdi, yüreğimdeki fırtına dinmedi hala diye başlardı... Güzel miydi ki? Bilemedim...
Evden yazıyorum. İlham sürekli yanıbaşımda, beraber ne düşler kuruyor, ne ülkeler geziyoruz bir bilseniz. Buraya yapıştıracak çok uzun bir yazım var son aylarımla ilgili.
Yakında...
Sunday, February 3
Tüh bana
Bravo k.i.s.d. Ne kadar da zimlisin yazma konusunda.
Ah özür dilerim, işyerinde artık blogspot uzantılı adreslere bile giremediğini unutmuşum, afedersin.
Evde de internet tek kişinin tekelindeydi değil mi? Artık dan fırsat bulduğunda köşe yazılarını tıktıklayacaksın.
K.i.s.d. diksiyon kursundan aldığı gazla seslendirme yapmayı düşünüyor ciddi ciddi. İşinde de yükselip hem de sevdiği şeyleri yapmak istiyor. Nasıl olsa her insanın hayatında bir mesleklik daha zaman var.
K.i.s.d. resim yapmaya başladı yeniden. Boyalarını ve fırçalarını serdi yemek masasının üstüne. Durmaksızın boyamayı hedef edindi. Tamamlanan her ufak resim onu bir adım daha taşıyacak, ileriye.
Herkes iyi olsun, sağlıklı olsun. Bir grip atlattık, bu seneki fenaydı doğrusu. Hala etkisindeyim.
Not: Haftasonu çalışmayı sevmiyorum.
Monday, January 7
Pazartesi mönüsü
Leyla’nın aşkı üzerine uzun uzun düşündükten sona ortaya çıkan yazı bu mu olmalıydı? Bilemiyorum. Leyla’nın aşkını, Leyla olmadan anlayamayacağıma göre bu defteri şimdilik kapatmayı düşünüyorum. Bir müddet sonra, düşünceler ve okumalar biriktikten sonra, tekrar ısıtacağım.
Dün diksiyon kursunda bahsi geçen ENNEAGRAM kişilik tipleri üzerinde araştırma yapılacak notunu da düştükten sonra bir film eleştirisi yapacağım. Bu arada: Evet, diksiyon kursuna gidiyoruz. Dilimizi daha da güzel, daha da akıcı, daha da etkileyici konuşmak için bu kursa katılıyoruz. Kursa başladığım günden bu yana farkındalığım o kadar arttı ki! Zira, öğrendiklerim harflerin çıkakları, ya da şimdiki zaman eki olan –yor ekinin sonundaki r yi mutlaka telafuz etmem gerektiği ile sınırlı kalmıyor. Etkili konuşmadan tutun sesin doğru bir biçimde kullanılmasına, yanlış okuduğumuz kelimelerin okunuşunu düzeltmekten tutun Türkçe’deki muhteşem ahengin enginliğine kadar bir çok konuda derya içinde derya, yüzüyoruz. İmkanı olanlara şiddetle öneriyorum. Çok güzel konuştuğunuzdan emin bile olsanız, kendinizi zenginleştirmek adına, diksiyon ve hitabet kursuna katılmayı bir düşünün.
Bu eğitim kapsamında edindiğim bir bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum.
- Türkçe genellikle okunduğu gibi yazılır ve yazıldığı gibi okunur. Genellikle böyledir, istisnalar mevcuttur. Yani, yazıldığı gibi okunmayan, okunduğu gibi yazılmayan kelimeler ve ekler mevcuttur dilimizde.
-ecek, acak eki, eklendiği kelimeye göre –ıcak , -ucak diye okunur.
Bir kaç örnek: gelecek şeklinde yazdığımız kelime gelicek okunur
- Aynı şekilde: olacak -> olucak
- Gidecek- gidicek
- Ğ harfi okunmaz, kendinden sonraki sesli harfi düşürürve kendinden önceki sesli harfi uzatır.
- Örnek: yapacağım şeklinde yazılan kelime yapıcaam şeklinde okunur.
Ek olarak, başlıca sorunumuzun kalın-ince harfler olduğunu da fark etmiş olduk. Örneğin Türkçe’de harf olarak bir tane k, bir tane l olmasına rağmen telafuz açısından iki tane k ve l mevcut.
Mesela: kalem kelimesindeki “k” ile kedi kelimesindeki “k” sesleri aynı değil.
Ya da lamba kelimesindeki “l” ile halat kelimesindeki “l” sesleri aynı değil. Lamba kelimesinde l ince bir l iken halat kelimesindeki l kalın.
Dikkat ederseniz çoğumuzun sorunu ince olması gereken harfleri kalın telafuz etmek (veya tam tersi).
Son bir detay: Alfabemizde sesli harfler için 8 işaret olmasıyla birlikte, okunuş olarak 14 adet sesli harf mevcut.
Kısa bir örnek: 3 adet “a” var.
-kısa a : adam
-uzun a : Sade
- ince a : dikkat
Bu üç kelimedeki a harflerinin çıkak noktaları farklı. Hepsini aynı şekilde telafuz ettiğimizde konuşmamız çirkin ve dahası anlaşılmaz oluyor.
İki adet “e” var. (bir yerde 4 tane e sesi olduğunu okudum, muhtemelen yabancı dillerden dilimize katılmış olan kelimelerden kaynaklanan istisnalar mevcuttur)
-açık e: gel, sel
-kapalı e: mektep, anne vs.
Film eleştirisine gelebildim nihayet. Sanatsal bir beklenti içine girmeyiniz. Alay etmek istiyor ve bu ihtiyacınızı kimseyi rencide etmeden film seyretme yoluyla gidermek istiyorsanız size bir film tavsiye edeceğim. “Living and Dying”... Tamer Karadağlı bey ile Deniz Ak – kaya hanım teyzemizin Halivud’a adım attıkları ve o andan itibaren dünya çapında sanatçı oldukları film.
Filmi internetten indiren sevgilim, bunun vurdu kırdı tarzında bir film olduğunu düşünmüş. Hadi seyredelim dedi, bakayım dedim. Sonra jenerikte Türk sanatçıların ismini gördük. Vaooovv bizimkiler Halivud’da.
Filmin konusu oldukça sıradan. Action Max filmleri bu film ile kıyaslayınca başyapıt konumuna bile yükselebilir. Film bir aksiyon sahnesi ile başlıyor. Soyguncular hızla bankaya girip bağıra çağıra kasayı soymaya girişiyorlar. Sanıyorsunuz ki daima yüksek tempo gidecek. Banka soygunu... Polislerle soyguncular arasında vasat bir çatışma, yaralanan bir soyguncu, ölen bir soyguncu, restorana sığınan soyguncular... Tempo bu noktada düşüyor. Restoranda yemek yiyen iki azılı suçlu... Soyguncuları soyan azılı suçlular... Restoranda kısılı kalan ve rehineleri koz olarak kullanarak polisle pazarlık yapan soyguncu-azılı suçlu-vs çorba bu kısım zaten. Polislerin bir kısmı “local” denenler, bir kısmı da “federaller”. Meğer federallerin soyguncu çetesinde adamı varmış.
Federallerden biri Tamer bey idi. İlk mimiğiyle koltuktan düşmeme, ikinci mimiği ile de karnıma kramp girmesine neden oldu. Güldürdüğü için teşekkürü bir borç bilirim. Sanki yönetmen buna “Abi bütün film boyunca hepinizi keserim bakışı yapacaksın, çemçük ağız yapacaksın” demiş. Çocuklar duymasındaki “Havuç seni gebertirim” repliğine uygun bir yüz ifadesi, abartılı jestler falan. Tam rezalet. Sonra Deniz hanımteyze boy gösterdi. İlk göründüğü sahnede şaşı bakmış, ikinci sahnede ise İngilizce konuşmaya çalışan haber spikeri idi. Spiker dediğimizde hepimiz aynı şeyi anlıyoruz değil mi? Ahhh ahh. Neyse, filmin devamına tahammül edemedik. Deniz hanımteyze kazulet boyuna 15 pontluk kırmızı pabuçları geçirmiş, omzuna kamerayı yüklendiğinden kambur kalmış 1.5 metre yüksekliğinde Meksika tipi bir kapıdan girmeye çalışıyordu en son. Filmi kapattık.
Sonra kendi içimize dönüp muhasebe yaptık. Bu film için reklam yapıldı, para harcandı, telebolelere, megazynn programlarına malzeme yapıldı. İnsanlar bu filme para verip gitti. Bizim 15-20 dakikamızı çaldı bu film. Bir fiyasko için şu anda satır tüketiyorum. Yazık değil mi? Tamer bey kendi kendini rezil etmiş, Deniz hanımteyze kendine başka bir iş baksın. Oynarken aynaya bakmıyor muyuz? Diyebilirim ki: Living and dying is killing. Son bir not: Filmin afişine dikkat ettim de neredeyse bütün oyuncular afişte yer alıyor. İlginç!!! Bu da komik bence, hihihihiiii.
Türkiye, lütfen bu insanları alkışlama! Lütfen!
Labels: aksiyon, diksiyon, living and dying