>

Aradığın aslında nedir ki?

Tuesday, August 7

Gezi - 3. bölüm (Assos)

Hazır zaman bulmuşken gezi yazısına devam edebilirim. Bu arada, güzel bir haber aldım, terfi ettiğimi öğrendim. Yaklaşık 6 aydır kafamı kurcalayan bir sorundan kurtuldum böylece. Ve bir önceki postta istediğim zama da kavuştum, çok şükür. Artık gönül rahatlığıyla Nikon D70 veya muadili bir makine alabilirim ve hatta ne alaka ama anne olabilirim:)

Güzellikler paylaştıkça artar, hepimizin ortak düşüncesi bu. Paylaşılan şeylerin her daim güzel olması ve hep güzel kalmasıdır esas olan. Şimdi yine güzellik paylaşmaya devam edelim...

Küçükkuyu'da uyandığımız bir sabah, erkenden Assos dedik, Assos'a gidelim hadi... Ve güneş henüz yeni doğuyordu. Çayımızı termosa aktardık ve ben çok güzel sandviçler hazırladım kahvaltı için.

Yola koyulduk, benim yüzümden Ayvacık üzerinden gidilen 45 kmlik yolu kullanmak zorunda kaldık ama aslında Küçükkuyu'dan Assos'a gitmek için çok uygun, 25 kmlik bir başka yol var. Orada ko-pilot şaşırdı ve ayrımı kaçırdık. Tehlikeli dağ yolundan gitmek zorunda kaldık:) Bununla birlikte, yol o kadar güzeldi ki hayıflanmalarımız gereksiz kaldı.

Gittiğimiz yol üzerinde Behramkale solda kalıyor, Behramkale'yi geçtikten hemen sonra 2 kmlik bir yolla Assos antik limana iniyorsunuz. Bu yolun ilk 1,2 kmsi asfalt kalan kısım ise oldukça taşlı takır tukur bir yol. İnişte sağınızda derin bir uçurum sizinle birlikte geliyor, itiraf etmeliyim ki ben korktum. Sert virajları olan bu yolda çok dikkatli araba sürmeniz gerekiyor, her an denize düşülebilir:)

Assos küçücük bir sahil köyü. Yerleşim birimi olarak adlandırılamaz bence, çünkü ev yok. Bütün binalar pansiyon veya butik otel. Mimarisi harika, benim aşık olduğum nokta da tam olarak bu işte:) Taş evler, taş sokaklar, gün doğumunda ayrı bir neşe barındıran turuncu çiçekli sarmaşıklar, kediler... Rüya olmalı diyorum. Çok sakin bir sabah yaşanıyor, bütün hareketler adeta ağır çekim.Müthiş bir dinginlik kaplıyor içimizi ve limanın oradaki kayalıklara kuruluyoruz kahvaltı yapma arzusuyla. Sanviçle çayı hüpletirken güneş bize el sallıyordu denizin arkasından.


Klimalarını ahşap detaylarla saklamış olan bu otelin görselliğe verdiği önem çok etkiledi beni. Bu bir saygı ifadesidir bence, insanlara duyulan saygının ifadesi... Assos'ta adeta bütün binalar birbirine saygılı, hiç biri diğerinin manzarasını engellemek istemez gibi inşa edilmiş.



Deniz o kadar temizdi ki içinde yüzen çeşit çeşit balığı görebiliyorduk. Sürülerce balık, hem de iç limada yüzüyor, yüzüyordu. Hayatımda hiç bu kadar çok balığı aynı anda suda yüzerken görmemiş olduğumdan tuhaf ve çocuksu bir sevinçle ellerimi çırpıyordum. Sonra polarize filtreyi neden yanıma almadığıma söylenerek 1-2 fotoğraf daha çektim. Balıklar çok hızlı idi makinama kıyasla.

Kahvaltımız bittikten sonra bu şirin köyün sokaklarında dolaşmaya başladık. Zaten o kadar küçük ki 30 dk içerisinde bütün evleri fotoğraflamış olarak başlangıç noktanıza dönüyorsunuz. Çok sakin, huzurlu, denizi soğuk olan bu memleketi ben çok beğendim. Dolaşırken peşimize iri ve siyah bir köpek takıldı. Sahibi gibi mi kokuyorduk acaba? Git desen gitmez gel desen gelmez bu köpek bizi çok sinirlendirdi. Derken kendi kendine, hem de ansızın uzaklaşıp gitti.



Assos Liman'dan ayrılıp köye Behramkale'ye çevirdik yönümüzü. Yol üzerinde antik tiyatroyu görünce hemen çektik kenara. İnsanın aklını alabilecek kadar güzel bir deniz manzarasını yüzyıllardır yaklaşık 300 m. yükseklikten seyreden bu tiyatronun taşları mı şanslı yoksa biz mi? Ya da acaba eskiden insanlar bu tiyatroda izlerken dövüşleri veya piyesleri, acaba en çok nereye dalıyordu gözleri? Denize mi yoksa insanoğlunun marifetine mi? Antik tiyatroya giriş bedava, ne soran var kapısında ne duran. Öylece kaderini bekliyor taşlar.



Yarım saat kadar antik tiyatroyu fotoğraflayıp türlü yaramazlıklar yaptıktan sonra nihayet Behramkale'ye gidebildik. Behramkale (diğer adıyla Assos) eski bir köy. Hatta tarihinin MÖ2000 yıllarına kadar dayandığı rivayet ediliyor. Bizim gördüğümüz binalar ise en fazla 150 yaşında olabilirdi. Assos ile ilgili detaylı bilgiyi bu siteden bulabilirsiniz.

Behram köyünün sokakları da yine taş, Athena tapınağının bulunduğu tepeye doğru yürüyüşe geçiyoruz. Köy bir tepe üzerinde kurulu olduğu için sokaklar sarmal şeklinde yükseliyor. Egeli köylü teyzelerin o bayıldığım şiveleriyle konuşmalarını dinliyorum. Beyaz örtülü ve çok yaşlı bir teyze kapısının önüne oturmuş oya yapıyor. Yürüdükçe sessizliğe teslim olup huzura dalıyoruz. Burnumuzdan ciğerlerimize oksijen, kulağımızdan ruhumuza envai çeşit aromatik sesler doluyor. Tepeye kadar fotoğraf çekerek ilerliyoruz.




Tepeye çıktık, orada ovayı seyrettik uzun uzun... Tarih boyunca o tepeden ovayı izlemiş olan insanları düşündüm, gelip geçmişlerdi. Herşey gelip geçici diye düşündüm içimden, kalıcı olan güzellikleri düşünüp daha bir sıkı sarıldım. Sonra toparlanıp indik tepeden. Arabaya atlayıp bu sefer de kısa olan yoldan Küçükkuyu'ya döndük. Dönerken yoldan Bulgar göçmeni bir amcayı aldık arabamıza, sahile kamp yeri ve aile çay bahçesi tarzı bir yer açacakmış onun tabelasını yaptırmaya gidiyordu. Sıkış tıkış olmaz benim kampın, o ne öyle köylü işi gibi dedi. Katılmamak elde değil, 200 m2lik alana kaç çadır sığdırdıklarını görseniz şaşarsınız. Amcanın 3 dönüm alanı varmış, sadece 3 çadır koydum dedi, yeter. Herşey para değil.

Assos'tan döndüğümüzde uyuyakalmışız, oksjenden olsa gerek. Akşama doğru Tahtakuşlar Köyü'ndeki Etnoğrafya Müzesi'ne gittik. Müzede Türkmenlere ait etnik eşyalar, eski kitaplar ve deniz canlıları sergileniyor. Bunlardan en ürküncü ise dünyadaki en büyük deniz kaplumbağası. Bu koskocamankaplumbağanın yaklaşık 90 milyon yıldır dünya üzerinde var olan bir türde olduğunu öğrenmek ilginçti. Seneler önce ölüsü balıkçı ağlarına takılmış, mumyalayıp müzeye teslim etmişler.

Müzeden bir enstantene:

Ve bunlar da ne, walla denizde yüzerken karşıma çıksalar korkudan düşüp ölürüm herhalde. Bunlar vatoz. İnanılır gibi değil, di mi?


Tahtakuşlar müzesinde Kaz dağlarının şifalı otları, bu otlardan ve diğer meyvelerden yapılmış değişik reçeller, zeytin ve zeytinyağı, hatta zeytinyağı sabunu bile satılıyor. Enteresan bulduklarım arasında "Adaçayı çiçeği reçeli" vardı. Küçücük bir kavanozda 15 YTL fiyat etiketiyle oturuyordu. Diğer değişik şeyler de fotoğraflandı.

Tahtakuşlar müzesinden sonra biraz sahilde dolaşıyoruz, sonra acıkıyor ve müzedeki amcanın tavsiye ettiği Saklıbahçe isimli restorana gitmeye karar veriyoruz. Saklıbahçe şırıl şırıl suların aktığı, akşam 9dan sonra her gün canlı müziğin keyfini çıkarabileceğiniz harika bir yer. Güre'ye bağlı bir köydeydi, köyün adını hatırlayamadım. Dilek Tepesi diye bir yere yakın olduğunu çok net hatırlıyorum. Menü çok leziz, fiyatlar da makuldu. İskenderin yanına iyi gider diye istediğim roka salatası ömrü-hayatımda yediğim en güzel roka salatasıydı. Rokanın bu kadar taze olanını hiç yemedim...

Gezinin devamı gelecek :)

1 Comments:

Merhaba! 1 hafta sonra Assos'a gideceğim kısa bir tatil için. İnternetten bakınıp bakınıp tatmin edici bir şeyler bulamayınca dedim ki en iyisi bloglarda arayayım ben bu Assos'u. Yazdıklarını okuduktan sonra daha bir heyecanlandım tatilim için. Yalnız biraz da merak ettim acaba 4 gün çok mu fazla kaçacak Assos için diye? Biz de belki civar yerlere kaçarız Assos'tan sıkılırsak.

Çok teşekkürler! :)

August 09, 2007 8:11 PM

 

Post a Comment

<< Home

 
z_post_title="<$BlogItemTGezi - 3. bölüm (Assos)t> d="stats_script" type="text/javascript" src="http://metrics.performancing.com/bl.js">