>

Aradığın aslında nedir ki?

Tuesday, August 7

Gezi - 2. bölüm

Gelibolu'nda 1 gece konakladık. Gün batana kadar şehitlikleri gezdik, en son Kocadere Hastane Şehitliği'ni ziyaret ettik. Işık yok olmaya başladığı için bu mekanda fotoğraf çekmedim. Flaş ile çekilmiş fotoğraf sevmiyorum.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz hazırlanıp Gelibolu'ndan feribotla Lapseki'ye geçtik. Lapseki'den Çanakkale'ye doğru giden yol boyunca sağ tarafımızda muhteşem bir manzara bize eşlik etti. Sapsarı ay çiçeği tarlalarının arkasında uzanan masmavi deniz... Gözlerime doldurup ruhuma çekmeye çalıştım bu büyüleyici ve doyulmaz güzelliği. Müsait bir yerde durup ayçiçeklerini fotoğraflamaya çalıştık.
Bu harika manzara eşliğine Çanakkale şehir merkezine vardık ve sahilde güzel bir yerde kahvaltı ederek güne başladık. Çanakkale'nin merkezini çok sevdim, tuhaf ve beklenmedik bir sıcaklığı var, insanı sarıveriyor. Sahilde ufak bir yürüyüşten sonra arabaya atlayıp varış noktamız olan Küçükkuyu'ya yöneldik. Küçükkuyu yolu üzerinde Ezine, Ayvacık gibi ismini sık duyduğumuz yerleşim birimlerinden geçtik. Ezine'den peynir alınabilirdi lakin yolda bozulması ihtimalini göze alamadık, zira hava alabildiğine sıcaktı. Yol boyunca kaç litre su tükettiğimiz konusunda inanın bir fikrim yok :)

Küçükkuyu'ya vardığımızda saat 12:00 ye geliyordu. Sadece gece yatma amaçlı bir yer aradığımızdan tercihimizi ucuz bir pansiyon-motelden yana kullanmıştık. Bizim için önemli olan şey yatak ve banyoydu o kadar da kanaatkarız yani:) Aslında paraya kıyıp butik otellerde -yani dağdaki köylerde- konaklamak da çok güzel olur. Ama zaten bütün gün gezme amacındaysanız değmez kanımca:) Kaldığımız yerde yatak ve banyonun yanı sıra mutfak, klima, TV ve balkon da vardı. Hani ahım-şahım değildi belki ama iki gezgin için yeterli ve hatta idealdi.

Odaya yerleşip dinlendikten sonra keşfe çıkmaya karar verdik. Önceden edindiğimiz gezi rehberinin de yardımıyla Hasanboğuldu-Sütuven şelalesi'ne doğru yöneldik. Şunu söylemeliyim ki sahil yolu boyunca tabelalar çok yetersiz. Kaptan pilot yola odaklanmışken bir kişinin de çok iyi ko-pilotluk yapması gerekiyor. Bu durumda pür dikkat çalıların arkasında veya ters taraftaki yolda kalmış olan tabelaları arıyoruz. Neyse ki buluyoruz ve dar bir yoldan tırmanışa geçiyoruz. Yol daracık, iki tarafı zeytinlik. O kadar çok zeytin ağacı var ki... Nihayet varıyoruz şelaleye...


Lakin şelalenin altında, bilumum sulak yerlerde ziyadesiyle yoğun bir nufüs söz konusu. Metrekareye 5 mangal düşüyor öyle söyleyeyim. Biz zaten İstanbul'dan kaçmışız, "o ne" diyoruz. (Aslında oha dedik) "Ne yaparız da bu kalabalıktan kurtuluruz" diye düşünürken bir patika fark ediyoruz ve başlıyoruz yürümeye. Bir kaç 10 metre gittikte sonra "GİRMEK YASAKTIR" yazan levhanın yanındaki kesik tellerin arasından geçip daha da ürkütücü bir başka patikaya çıkıyoruz. Yürüyoruz, yürüyoruz ve aşağıda bir kaç gölet olduğunu görüyoruz. Çokkk güzel...





Kayalıklardan seke seke göletlere iniyoruz. Hemen ayakkabılarımı atıyorum kenara... O da ne kayalar çok sıcak!!! Ayh ayaklarım yanıyor ve ayakları daldırıyorum suya. O da ne su buzzzzz gibi. Ayaklarım anında kızarıyor, neredeyse cosss diye bir ses çıkacak. Ve ben çok mutluyum, su fışkırtıyorum her tarafa. Ağaçlar da ıslanıyor, su da...

Yüzsek dayanabilir miyiz diye düşünürken bir kaç amca geliyor, biri dalıp çıkıyor ama nasıl dalıp çıkma. Bakıyorum, hayır ben bu suda yüzemem. Erteliyor ve ayaklarımı dondurmaya devam ediyorum.

Orada, o cennet köşesinde ne kadar durduk bilmiyorum. Zaman orada dondu sanki. Suyun içinde, çam kokularını çeke çeke saatlerce bağıra çağıra türküler söyledik. Taş sektirdik. Balıklara baktık. Soğuk sudan ayaklarımıza kramp girene kadar ıslandık. Sonunda baktık ki acıkmışız ama yanımızda yiyecek bişey yok. Malesef mırıltıları arasında ayakkabılarımızı giyip gerisin geriye bütün patikaları yürüdük, cehennem gibi alev alev yanan aracımıza binip bir kaç litre daha su içtik. Akçay'da bir sahil mekanında yemek yemek üzere yola koyulduk.

Akçay çok kalabalıktı. Her yer insan. Adeta 3 büyük şehirden kaçan herkes buraya gelmiş ve artık Akçay 3 büyük şehir olmuş. Çok bunaldım. Plajlar kum gibi insan kaynıyordu, içim daraldı hiç sevmem o kadar tıkış tıkış... "Ne yapalım ne edelim" diye düşünürken Zeus Altarı fikri parladı, şimşek gibi çaktı zihnimizde. Hadi bakalım bu sefer de istikamet Zeus.

Zeus Altarı'na çıkan patika 900 metrelik bir rampa. Eğim çok yorucu değil. Rampanın başından Adatepe köyünün harika bir görüntüsü gülümsüyor, deklanşörden elimi alamıyorum.

Rampadan çıkıyoruz yavaş yavaş, gün guruba durmuş. Eğik ışıkta her şey o kadar güzel yanıyor ki... Nihayet sunağa vardığımızda bu muazzam manzara karşısında dilimiz tutuluyor. Edremit körfezi ayaklarımızın altında...

Zeus Altarı eski Yunan illerinde, kuraklık, savaş vs zamanlarda tanrılara kurban sunulan bir yermiş. Ayrıca mitolojide Zeus'un Hera'ya aşık olduğu yer de burası olarak belirtilmiş. Zeus'u Hera'yı bilmem ama bu tepedeki güzelliğe aşık olmayacak insan tanımıyorum.

Altar'ın etrafındaki ağaçlara çaput bağlayıp adak adayan zihniyete de ayrıca selamlarımı gönderiyorum. Ne zekisiniz ayol demeyi de ihmal etmemeli:) İnanılmaz... Yine çok ilginçtir ki başka bir köye çıkarken yol üstünde bulunan kimi zeytin ağaçlarına da aynı muamelenin yapılmış olduğunu gördük, telli duvaklı olmuştu ağaçlar.



Yamuk fotoğraf çekmeyi seviyorum:)

Altar'a çıkmak için en güzel vakit gün doğumu aslında. Çünkü bu tepe güneydoğu cepheli. Biz günbatımında çıktık, o nedenle yatay ışınlardan gereğince istifade edemedik. Gerçi sabahın alacakaranlığında ormanın içindeki rampadan tırmanmak nasıl olur o da ayrı konu. Korkmam ben diyenler için bir tripod, 1 adet dijital SLR makine ve sabah yürüyüşü diyorum. Hatta termosunuza çayınızı koyun, sandviçlerinizi çantanıza atın ve doğan güneşe nazır afiyetle kahvaltınızı yapın.

İşler yoğunlaşıyor, gezinin devamını sonraki günlerde okuyabilirsiniz.

0 Comments:

Post a Comment

<< Home

 
z_post_title="<$BlogItemTGezi - 2. bölümt> d="stats_script" type="text/javascript" src="http://metrics.performancing.com/bl.js">